Haziran 28, 2011

"Vazgeçemiyorum" birleşik yazılır.

Birine çok hızlı bir şekilde bir şeyler anlatırken, yani yazarken, sürekli vazgeçemiyorum'u vaz geçemiyorum diye yazıyorum. Halbuki ben bu konularda çok hassasımdır. Ama bunu bir türlü yediremiyorum, kabullenemiyorum, sinidiremiyorum. NASIL OLUR DA BİRLEŞİK YAZILIR?! Vazgeçemiyorum'un ayrı yazıldığını düşünmekten vazgeçemiyorum. Vaz bence tek başına çok anlamlı. Ama biri karşımda "vaz" dedikten sonra duraklama yaşarsa, sonunda "ap" diyecek diye düşünürüm. Got it? Vazap yani? tamam bu kötüydü.

One Tree Hill'in ilk 4 sezonuna tapmaktan vazgeçemiyorum. Konuyu buraya bağlayacaktım. Yani size şöyle söyleyeyim; elin Amerikalısının gelip ülkenin ortasına kale (konsolosluk acayip bir şekilde kaleye benziyor) inşa etmesi yetmiyormuş gibi, bir de babamın banka cüzdanı yanımda değil diye benimle dalga geçerek 3 aylık vize vermesi, 'he's like my bestfriend' dediğim insanın beni kullanıyor oldugunu düşünmem ve bu konuda onunla konuşamayacak daha doğrusu vereceği cevabı duymak istemeyecek kadar korkak olmam, yaz tatilinde eve tıkılıp kalmam biraz moralimi bozuyor olabilir şu günlerde. Ama Gavin DeGraw her "I don't wanna be" dediğinde gözlerimin dolmasının sebebi bambaşka.

Bunu tam olarak nasıl açıklarım bilemiyorum. One Tree Hill artık hiç de içinde olmadığım hayatıma ilişkin güzel kalan nadir şeylerden. Her şet sürekli değişiyor. Ben değişiyorum. Ama Brooke'un Lucas'a baktığındaki aptal gülümsemesi, gamzesi, ellerini poposununda ceplerine sokup omuzlarını yukarı kaldırması değişmiyor. Peyton'ın her şeyi içine atması ve hiçbir şeyi zamanında yapamaması değişmiyor. Ne zaman tüm kasaba, tüm aile, tüm arkadaşlar bir yerde gülüp eğlenirken Dan Scott'ın arabasının içinde onları dışardan izliyor olması da değişmiyor. Ben hala always dedğimde and forever diye tamamlayacak birini arıyorum. Hala Nathan'la Haley'nin ayrı olduğu bölümleri izlerken kronik depresyona giriyorum. Rachel'ın yaptığı aptal saptal şeyleri, kızların 4. sezonda "Wannabe" şarkısındaki danslarını, Haley'nin bekarlığa veda partisini hatırlıyorum.

Kendimi 30 yaşına gelmiş ve lise anılarımı falan yazıyor gibi hissettim. Bazen olan biten her şey beni çok yoruyor. Olan biten değil de kimseye tam olarak ne hissettiğimi anltamamak, kimseye anlatacak kadar güvenememek çok yoruyor. O zaman buraya girip saçma şeyler hakkında yazmak beni rahatlatıyor. Çünkü bunları okuyanlar varsa bile, sadece okuyorlar, yargılamıyorlar.

İnsanları yargılamamak için hayatlarından uzak durmaya çalışmalıyız.

Nisan 13, 2011

"This is serious. You made me a period-mix."

Ashton Kucther çok yakışıklı adam. Poposu çok güzel. Bu filmi çok sevdiğimi söylemiş miydim? Özellikle Adam'ın Emma'ya yaptığı period mixteki Leona Lewis'in Bleeding Love parçasını Emma'nın arabada giderken ağlayarak söylediği kısma bayılıyorum. Spoiler olabilirdi ama cümle o kadar düşük oldu ki bir şey anlamak imkansız galiba. Filmden sonra cidden o şarkıya da bayılmaya başladım bu arada. Leona Lewis'i dinlemesem bile insan olarak seviyorum, ayrıca geçenlerde Superbowl tadında bir şeyde Jimmy Page'le birlikte Whole Lotta Love'ı söylemişti, ki bu da benim gözüme girmek için oldukça yeterli. Bu konuda söyleyeceklerim bu kadar.

Erkekleri seviyorum. Bana kendimi iyi hissettiriyorlar. Hepsine karşı bir şey hissediyorum. Ama çok güçlü şeyler değil; üzülmemeye dikkat ediyorum. Yoğurt sevmem ama sütten ağzım yanmıştı. Beni üzmüyorlar, ama onları üzdüğüm için bazen üzülüyorum. Hepsini birden istiyorum. İnsanların "bağlanma" diye bir sorunları olmasaydı bunu çok güzel yürütebilirdik. O zaman herkesle flört edebilir; herkesle birden mutlu olabilirdim. Ama şunu belirtmeliyim, hiç biri benden başkasıyla mutlu olmamalı. Evet ben böyleyim. Duyguların ve bağlanmanın olmadığı bir dünya hayal ediyorum çünkü benim başıma çok iş açıyorlar. Duygulardan nefret eden bir romantiğim yani. Meraba.

Ailede sık sık çok bariz deja vular yaşanıyor. Tarih kendini sürekli tekerrür ediyor. Aile tarihimiz. Mesela babam her akşam benden kahve, su, bira ve fıstık istiyor. Her akşam salona çağırıp bir şarkıyı bilip bilmediğimi soruyor. Beatles'ın tribute albümlerinden birini indirip yemek yerken dinlememi sağlıyor ve beni Bakırköy'e kaldırıyorlar. Ailenin büyük oğlu birine aşık oluyor, karısını ve çocuğunu terkedip gidiyor; aradan 10 yıl geçiyor, bu sefer küçük olan başkasına aşık oluyor. Hayır, henüz karısını ve çocuğunu terketmedi. Bekliyoruz. Ama işin garip tarafı, benden başka kimse deja vu falan yaşamıyor. Herkes 10 yıl önce olanları çok güzel ir şekilde unutmuş. Her şeyi yeniden yaşıyorlar, yeniden aynı telefon konuşmaları yapılıyor, anne ve baba yine aynı tehditleri savuruyor "Bizi bir daha göremezsin, hakkımızı helal etmeyiz." ama kimse biz bunalrı daha önce de yaşadık demiyor. Bazen hayat gerçekten George Orwell'in 1984'ündeki gibi. İnsanlar kötü şeyleri unutmakta çok başarılılar. Özellikle babaanem. Ben hariç. Şarkılar, cümleler, bazı şapkalar, bazı yemekler, hatta bazen bazı tabaklar bana hep kötü ir şeyleri hatırlatıyor. Hayır canım, her zaman değil, genellikle sadece. Unutmakta pek başarılı olmadığımı inkar etmeyeceğim ama. Bir keresinde bir yerde "Unutamamak diye bir şey yok. Unutmamak var; o da bir tercih." gibi bir şey okumuştum. Tam nasıldı hatırlamıyorum. Ama galiba doğru. Mesela ben, yaşadığımız iyi, kötü, heyecanlandırıcı, hüzünlendirici, takla attırıcı, köpüden aşağı atlattırıcı her olayın büyümemize yardımcı olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden kötü şeyleri unutursak, yeniden başımıza geldiğinde ne yapacağımızı yine bilemeyiz. Bu bi' kısır döngü. 


Her zamanki gibi tekrar yazabilmeyi umuyorum. Ama bu sefer söz vermiyorum. Siz şunu dinlerken beni özleyin bu sırada.